Bir pazar sabahı... Kış ve sağnak ötesi yağan yağmur... Seçenekler: a- Yatakta keyif yaparsınız, tüm gün dinlenirsiniz b- Sinema vb. için programlanırsınız c- Alışveriş ve bazı yapılması gerekenlere odaklanırsınız d-Dere Çiftliğine doğru uzanırsınız...
Biz o yağmura rağmen son şıkkı tercih ettik bu pazar. Keşif gezisi diyelim. Tadilat var, inşaat var, değişimin her yüzü var orada bugünlerde.
Dere Çiftliği'nin eşsiz ruhları olan sevgili Nurdan- Ömer Dinler ile yola çıktığımda fotoğraflardan görüğüm her kare aklımda yer etmişti bile. Ama o kokuyu, o havayı ve o sesleri beynimde o denli güzel yaratabilmem mümkün değildi işte, bunu oraya gidince daha iyi anladım.
Yağlıboya bir resmin içinden akan yolculuğumuz boyunca etraftan gözlerimi alamadım zaten. Ne kadar uzun zamandır doğaya dokunmamışım Tanrım... O ağaçların hepsini kucaklamak istedim bir an... Durdurun nolur arabayı deyip gidip bir ağaca yaslanıp omurgamda onu hissetmek istedim resmen. Ve bu duyguyu bu kadar net ve şekli ile hissedebilmek, tarifini bile yetersiz kılıyor inanın.
Sanki doğa ruhuyla fışkırmış dağdan taştan...Sanki sarmalayan birbirini dallar yapraklar değil de, kollar sonsuzluğa doğru...
Ve ben dibinde kök olmak istiyorum, gövdesinde gövde, dallarında dal olmak, yapraklarında yaprak olmak istiyorum. O sarmaşık beni sarıp ısıtsın istiyorum... Göğe dokunan benim parmaklarım olsun. Ne kadar uzak kalmışım doğa senden ben...
Çam ağaçları...Bir bebek olarak gelmiş çiftliğe ve yıllar onları bu kadar güzelleştirmiş işte.. Kusursuzlar el ile çizilmişcesine...
Dedim ya inşaat sürüyor, tadilatlar var çiftlikte... Ama bizi karşılayan doğa öyle temiz ki, çamur, çamur değil sanki, şöminenin kokusu, suların şarkısı, yağmurun çiseleyişi, herşey mükemmel bir senaryo gibi... Ayaklarımıza orada gezerken giyebileceğimiz çizmelerimizi geçirirken, sıcacık çayımızı da yudumladık...Çizme dedimse, nasıl oluyor da orada o kadar "kokoş" çizme gene beni buluyor diye soracağınız fotoğrafa gelene dek ben açıklama yapayım.. Nurdan ablamın marifeti... Laleli çizmeler almış yeni ben giyeyim gezerken diye. Kırmızı. En sevdiğim çiçeklerden zaten benim lale.
Başımıza çekiyoruz yağmurluklarımızın şapkasını, gezmeye başlıyoruz, toprakta bastıkça battığımız bir kıvam var, yağan yağmur dışında her yerden fışkıran kaynak sular da buna sebep. Ama bitki örtüsü çıldırmış olmalı. Toprak yumuşak olup da basınca ayaklarımıza tırmanıyor olmasa, toprağı bitki ve çimenlerden göremeyeceğiz. Adımlarımı atarken çamur sanki çamur değil de "neredeydin bunca zamandır " diye özlemle ayaklarıma sarılıp kucaklayan bir dost gibi. Sempatiyle bakıyorum çizmelerimdeki lalelerden tırmanmaya çalışan toprağa. İnşaat ve bahçelerin düzenlemeleri de arttırıyor tabi bu samimi kucaklaşmayı...
Arada hızlanıp, yavaşlayan yağmurun kokusu anlatılmaz. Yapraklarından çıplanmış dalların üzerinde elmas, pırlanta gerdanlıklar gibi sanki damlalar. Bozulmalarından korkuyorum fotoğraf çekerken. Öyle güzeller ki süslenmiş halleriyle. Gerdanlarına dizilmiş mücevherleri gururla sergiler gibi bir halleri var sanki. Çok asil duruyor doğa.
Meyve ağaçları, kavak, meşe, fındık, manolya, söğüt, çınar... Hepsi var orada.
Geldiğimiz yola bakıyorum, 2 ay içinde görünmez hale gelecek belli önündeki ağaçlardan çalılardan. Gizemli bir sığınak gibi... Sımsıkı bitki örtüsünen ocak ayında papatyalar fışkırmış yer yer. Kekik kokusu yağmura karışmış. Fırında ekmek kokusunu duyabileceğimizi dinliyorum Nurdan ablamdan, "kendi ekmeğimizi yapacağız, kendi güvecimizi pişireceğiz" diyor geldiğimiz yola bakan uçtaki o sevimli fırında. Fırın dedimse öyle böyle değil. Dünyanın her köşesinden ayrıntılar taşıyor o minik bina bile. Herşey o denli sevgi dolu bir ayrıntı zinciriyle örülmüş ki. Dokunmak, hissetmek istersiniz benim gibi eminim... Ve o ekmek kokusunu duya duya tahta sırada oturup iştahla yiyivermek.. eve götürecek başka ekmek gene yaparız canım...
Çiftlik arazisinin her yerinde doğal kaynaklar var, arazinin en üst bölümünde her an yüzme havuzuna da çevrilebilecek bir havuz ve önündeki yamaçta güneşlenebilmek için genişşşş alanlar var. Çitler, çiftliğin koyunu, ördeği, tavuğu, kazı gezerken bölümlerde kalabilsin diye, işlevsel kapılarla bölümlenmiş." Gel de resmimi yap" diyor yosun tutmuş çitler, ağaçlar, kayalar, şarkı söyleyen dere... Kaya dedim de dereye kaykılıvermiş kayalar, üstüne sen de kaykılasın diye sanki döşek olmuş. Pilates çekimi yapmalı, meditasyon yapmalı, yoga yapmalı o kayalarda. Ama önce o kayalara uzanıp, kemiklerime nüfuz etmesini hisetmem lazım, derenin ninnisini dinlerken veya ilahisinde ibadet ederken.
Kazların kaz olduğunu bilecek kadar, resmini gözü kapalı çizecek kadar "kaz" nedir bilmekle beraber, ilk kez canlı kaz görmenin ve kazlarla bu denli yakın olmanın tatlı bir neşesi var. Kırıta sallana yürüyüşleri ve hepsinin aynı yöne bakmaları onları ilgiyle seyretmeme neden oluyor. Hani hangisi yönünü değiştirecek diye izliyorum diğerlerine ters olarak. Protest bir kaz bulamadım bu bekleyişin sonunda zaten:))
Koruluk alan inanılmaz bir sıkılıkta... Belli ki baharla giyinecek dallar bütün bir yaz güneşi süzerek verecek toprağa. Seralar var, paylaşmalı birkaç aile kiralamalı, çapalamalı toprağı, dikmeli en sevdiğin sebzeleri diye yazıyorum kafamda... Sera ciddi sera. Ömer ağabey bir sıvamış kolları, pratik, şık, kullanışlı ve sulamasıyla, korunaklılığıyla, her açıdan mükemmeli yaratmış zaten.. Yıllarca şehir hayatının yönetici pozisyonlarında masa başında insanları idare ettikten sonra, sevgiyle her yöne şekillenebilen doğayla giriştiği dayanışma ve dostluk, öyle güzel ödüller vermiş ki onlara.
Çevrede fışkıran kaynak sular hem doğaya hem de çiftliğe yarıyor, musluğa bardağı dayayıp içebilmek nasıl unuttuğumuz bir lüksmüş meğer. Hele arazinin her yanına dağılmış, kullanımı için sonsuz seçenekleri size sergileyen durak noktaları... Atölyelerle sunulmaya hazır misafirlere... Yaratalım orada içimizdeki sanatı diye.
Oksijenin acıktırdığı midelerimizin sesini bastırmak için kolları sıvayıp girişiyoruz yemeğe. Dere üstünde sundurmada yenecek bir yemek için mangalı yakarken erkekler, biz seradan kopardığımız taze sarımsak, taze soğan, kıvırcık marul ile kekik ile salataları hazırlıyoruz, karides, balık var menüde, patates salatası ile. Veeee beyaz şarap, bira, rakı...Ne istersen işte. Derenin şarkısı öyle güzel ki, sözlerini yakalayabilsem söyleyeceğim beraber ama içimin bildiği ama benim henüz bilmediğim bir lisanla söylüyor şarkısını dere, katılıp da bozmayım ahengini diye susuyorum...dinliyorum sadece... Ama ilk meditasyonumdan sonra vokal yapacağım ona. Umuyorum...
Köprü bile o kadar narin ki mücevherlerini takıp derenin konserini ebediyete dek saygıyla dinlemek için dizilen ağaçlar gibi... Üstünden geçerken köprüden izin istiyorum içimden... O da 2 km oluveriyor sanki, bana izin verdiğini anlıyorum. Köprünün elinden tutup , dikkatle üstünden yürüyerek meyve bahçesine geçiyorum...Nurdan ablamın kırmızı laleli çizmeleriyle bu pozu vermeden gidemem.
Hani mail gruplarımal paylaştığım "pilates ve şarap" kareleri vardı ya... Uygulaması benden... Oluyor...Pek de hoş hem de...
Nasıl bir yemek yemek o ? Nasıl bir acıkmak... Ömer ağabeyin mangalından tabaklarımıza teşrif eden karidesleri ve balıkları nezaketle ayıklıyoruz yemek için,incitmekten korkuyorum burada herşeyi... Karidesi bile.. Ellerimizle yiyoruz balıklarımızı neredeyse 10 parmak atlamış haldeyim içine balığın açlıktan..Ve çatalla dalıyoruz çiftliğin marulundan salataya, odun fırınından ekmeğe yumulmamak mümkün değil... Sohbet tatlı, konseri doğanın eşsiz, yemek leziz... Daha ne olsun...
Güneş perdeyi indirdikçe, serinlik saklandığı yerden çıkmaya başlıyor. Bedenimizde gezen ürpertiyi ayaklarımızın dibine aldığımız mangalın yanan kömürleri ısıtıyor kemiklerimize kadar... Keyif kahveye uzanıyor oracıkta...
Kahveyi, şöminede ateşi izlemeye bağlayıp sohbeti derinleştirelim diyoruz. Taş evin o samimi evsahipliğiyle bize açtığı kapılarından süzülüp, şöminenin karşısında ayaklarımızı uzatıp, alevlerin tabanlarımızı yalamasını hisetmek ne tatlı bir duygu. Elimizde sıcacık çay fincanları koccaman...Ah o bana kraliçeymişim gibi gösterilen ihtimam hele... Tahtım hazırmış da meğer, kurulmamı üstüne bekliyormuş gibi bir şımartılmanın göbeğinde içimden kendi kendimi gıdıklıyorum, kıkırdıyorum e tabi doğal olarak, kırk yılda bir şımarmak hoşuma gitti tabi, fazla ikiletmiyorum canım, tahtıma kuruluveriyorum ateşin karşısında...
Öyle de tembelim ki şımarmışım ya, alıp fotoğraf makinasını çekmek yerine şömineyi, sizleri imrendirip nispet yapmak için mesaj attığım telefonumla çekiyorum fotoğrafı. Haliyle bu kadar çıkıyor....
Gün hızla çekilirken geceye doğru, son ışığını yakalıyorum şömine başından tahtıma kurulmuş halde cep telefonumla... Ömer ağabeyin sevgi dolu gülümsemesini de yakalamışım bakın.. Yaşasın.... Nurdan ablamın gülüşüne şahitsiniz de zaten, Ömer ağabeye üvey evlat muamelesi yapmışız, ne foto ne birşey.... Ayıp, ayıp...
Kadrannıı telefonumun döndürdükçe, beni tahtıma yerleştirip, kendileri kanapeye sığışıveren biricik Nurdan ablanın, Ömer ağabeyin ve sevgili eşimin sıcak gülüşünden de bir parçayı ceptelefonumun hafızasına hortumlayıveriyorum.
Sohbet hızla akıyor, hava kararıyor, şömine ateşi uykuyu çekiyor gözlerimize artık... Eh ertesi sabah iş var, uyumak olmaz... Ama ayrılmak zor gerçekten. Sanki 5-6 saattir değil de bir haftadır oradaymışım gibi geliyor. Gitmek buruk bir his...Dışarda yıldızlar şaşılası yakınlıkta ve parlaklıkta... Gökyüzüne büyülenerek baka baka arabaya giriyoruz. Yol boyu ağzımı toplayamadığımı farkediyorum. Çalışırken hayatta kaçırdığımız neleri yakalamamız gerektiğini hissediyorum kalbimin köşesi bucağına dek... Bugünün özeti sanki bu.. Kaçırmamalıyım bu güzel duygu dokunuşlarını ve bu doğayla içiçeliği... Tutmam gereken birşeyler var hayata dair burada... Ve o şeyler beni de içimdeki bana bağlayacak hissediyorum... Yolda dinlediğimiz YÜKSEK SADAKAT grubunun cd si de derhal alınacak...
Teşekkür ederim Nurdan ablacım, Ömer ağabeycim bu güzellikler için..Teşekkür ederim tanrım, bugün bana bunları yaşattığın ve hisettirdiğin için... Bunu sizlere de yaşatmak için yaratıcılığımızı sonuna dek kullanacağımızdan emin olun sevgili dostlar...
Herkese sevgiyle diyorum buradan... Oksijenle renklenen rüyalarımı seyretmeye yatağa gidiyorum ben ... görüşmek üzere...
Jale Dural